featured
  1. Haberler
  2. BALIKESİR
  3. Bilal Sambur’la Röportaj

Bilal Sambur’la Röportaj

Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Genel Yayın Yönetmenimiz Talha Yurdakök, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bilal Sambur ile bir araya geldi.

Prof. Sambur’la din, siyaset ve modern hayat üzerine yaptığımız röportaj sizlerle…

Talha Yurdakök: Hocam hoş geldiniz. Sizinle Balıkesir’de de buluşmak gerçekten çok güzel, burası sizin ikinci memleketiniz. Röportajımıza şöyle başlamak istiyorum: Size göre 21. Yüzyılda/modern hayatta din – siyaset ilişkileri nasıl olmalı?

Bilal Sambur: Teşekkür ederim, yıllar sonra tekrar Balıkesir’de olmak ve sizlerle bir arada olmak gerçekten çok güzel bir duygu, siz her zaman bizim için çok değerli ve özel oldunuz. Balıkesir’de yaptığınız çalışmaları ve sunmuş olduğunuz katkıları takip ediyoruz. Bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Kriter Haber ve size bağlı diğer medya organları olarak güzel çalışmalarda bulunmanızı temenni ediyoruz.

Sorunuza gelecek olursak şöyle, din – siyaset ilişkisi tarih boyunca sürekli gerilim alanı halinde olan ilişkiler içerisindedir. Her şeyden önce din dediğimiz olgu, politik bir olgudur. Dinler tarihi aslında bir siyasal tarihtir. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Çünkü dinler aynı zamanda sosyal, kültürel ve manevi iktidarın merkezidir. Aynı şekilde siyasal iktidarın da desteklediği bir şekilde ilişkileri olduğu için insanlar tarafından çoğu zaman din ve siyaset birbirinin ikiz kardeşi olarak görülmüştür. Ama tabi ki din – siyaset ilişkisi tarih boyunca her zaman içinde bulunulduğu zamana ve mekâna göre değişiklik göstermektedir. Dindarlık ve insanlık ‘insan tecrübesi’ olduğu gibi siyaset de insanın ‘siyasal tecrübesi’ olmuştur. İnsan değiştikçe bu ikisi arasındaki ilişki de değişiyor, yeni şekiller alıyor. Yani şu çok önemli: değişmez olarak kabul edilen bir din – siyaset ilişkisi yoktur. Bazen siyaset dini belirliyor, bazen din siyaseti belirliyor. İkisi arasındaki ilişkilerin inişler ve çıkışlar sergilediğini söylemek mümkündür.

Din – siyaset ilişkisinin dinamik bir doğası vardır. Sürekli etkileşim halinde olsalar da şu çok önemli; modern öncesi dönem ile modern sonrası dönem. Modern öncesi dönemin temel özelliği din, siyaset ile özdeş olarak kabul edilmektedir. Din – siyaset bütünlüğü ağırlıklı paradigma olarak karşımıza çıkmaktadır. Modern dönemde ise, din – siyaset özdeşliğinden ziyade, din – siyaset ayrılığı ya da din – siyaset arasında mesafe koyma, dini olduğu yere koymak; siyaseti olduğu yere koymak şeklinde daha ikisi arasında birbirine hükmetmeme ilişkisi modern dönemde karşımıza çıkan din – siyaset özdeşliğinden ziyade ya da dinin siyasete hükmetmesinden ziyade ya da siyasetin dini kendisine bir politik hegemonya aracı olarak kullanmasından daha ziyade din ve vicdan özgürlüğüne vurgu yapan bir anlayışın öne çıktığını görüyoruz. Bunun iki tane temel çok önemli sonucu var. Birinci sonucu modern öncesi dönemde din herkes için genel geçer mutlak bir doğrudur. Mutlak bir doğru olarak düşünülen din, devlet gücüyle herkese empoze edilebiliyordu. Modern dönemde ise din bireyin kendi kişisel ihtiyaçlarına, ideallerine, değer yargılarına göre seçebileceği bir tercih alanı olarak kabul edildi. Yani dini konularda artık birey söz sahibi olmaya başladı. Bu sayede bireyin tercih edeceği bir alanda artık devletin herkese mutlak doğruyu dayatma gereği ortadan kalktı.

İkinci olan husus, dinin devleti yönetmek gibi bir görevi olmadığı anlayışıydı. Devletin de kendisine göre bir dini paradigma oluşturma gibi bir yetkisi/görevi vardı. Yani devlete göre din, dine göre devlet olmaz. Modern öncesi dönemde ise devlete göre dinin ve dine göre devletin burada anahtar olan kavram ‘göre’ kavramı. Şimdi bu şöyle ‘bireye göre din’. Bireyin kendisini gerçekleştirecek, kendisine manevi ihtiyaçlarını gerçekleştirebilecek bir din anlayışı ortaya koydu.

Üçüncü olan husus şu, günümüzde din çok güçlü bir kurumdur. Yıllara dayanan gelenekleri ve kaynakları vardır. Din; eğitimi, siyaseti, ekonomiyi belirliyor. Kurumsal dinler özellikle çok güçlü. Ancak din ile beraber başka bir kavram daha çıktı: “Maneviyat kavramı.” Yani maneviyat kavramı insanın kendi dışarıdan bir takım dış dinamikler yerine kendi içinden gelen dinamikler ile “ben nasıl kendimi gerçekleştirebilirim?”, “ben kendi anlam dünyamı nasıl oluşturabilirim?” bunun arayışı içerisinde yaşadığı; bütün kendini aşma tecrübesi, maneviyat olarak ifade ediliyor. Yani bugün maneviyat kavramı din kavramı kadar önemli bir kavram haline geldi. Siyasetin, dinin ve devletin politik alanı adına hegemonya elde etmek adına o maneviyatı belirleme misyonu ortadan kalktı. Artık maneviyat yine bireyi daha çok toplumsal dinamiklerle belirlenebilen bir olgu haline getirdi.

Sonuç olarak şunu söylemek lazım; artık din siyasetin sıfatı, belirleyeni olmaktan çıktığı gibi siyaset de dinin belirleyeni olmaktan çıktı ya da öyle bir trend gelişiyor. Siyasal din ya da dinsel siyaset; bu eğilim çok azalıyor. Bu trend ilerde de büyük ihtimalle azalabilir. Ama insani din, bireysel din, sosyal din, bireysel maneviyat, sosyal maneviyat, sivil maneviyat, insani maneviyat gibi bu kavramların, bu trendin daha öne çıktığı yeni bir durumla karşı karşıyayız.

Talha Yurdakök: 21. yüzyılda aslında taşlar yerine oturdu – oturuyor ve din kendi mecrasında, siyaset kendi mecrasında birbirine müdahil olmaksızın yürüyecek bir hale gelmiş oluyor diyebilir miyiz?

Bilal Sambur: Bu çok iddialı olur. Taşlar henüz yerine oturmadı. Temeller sarsılıyor. Geleneksel temeller sarsılıyor. Yani insanların geleneksel olarak din algıları, siyaset algıları, güç algıları değişikliğe uğruyor. Bir geçiş dönemi içerisindeyiz. Din de kendi yatağını bulmak üzere akışına devam ediyor. Siyaset de bu akışa devam ediyor ama her ikisinin de daha kendi yataklarını bulduklarını söylemek için henüz erken, daha vakti var.

Talha Yurdakök: Hocam sanat, siyaset, felsefe gibi alanlarda dinin konumu nasıl olmalı din bu alanlarda nasıl konumlanmıştır ya da konumlanmalıdır?

Bilal Sambur: Aslında siyasetten, felsefeden, sanattan, dinden bahsedildiği zaman bahsettiğiniz özne insan. Ahlak, bilim, sanat, edebiyat, müzik, din, maneviyat o insan tecrübesi dediğimiz tecrübeler dalları, branşlarıdır. Yani insani – felsefi tecrübeler, insani – dini tecrübeler, insani – sanat tecrübesinden bahsediyorum. Burada da temel bu tecrübeler bir takım soruları karşımıza çıkartıyor. Doğru nedir? İyi nedir? Güzel nedir? Bu soruların cevapları bilimdir, ahlaktır, maneviyattır, felsefedir, sanattır. Şimdi burada din, insanın tecrübesinin tamamı değildir. İnsanlık tecrübesinin bir bölümüdür. Felsefe de insanın tecrübesinin bir bölümüdür, tamamı değildir. Bilim de aynı şekilde öyledir insanın tecrübesinin bir bölümüdür. Burada önemli olan her şeyden önce farklı tecrübe alanlarının “insanlığın bütün tecrübesini ben oluşturuyorum” böyle hegemonyacı üstenci bakış açısından uzaklaşmalarıdır.

Burada bahsetmek istediğim şey şudur, din adamı; hakikat benim diye kendisini hepsinin üzerinde konumlandıran kibirli üstenci bir bakış açısında olmamalıdır. Felsefeci; doğruyu, bilgiyi ben biliyorum diye kendisini gurura kaptırıp tepeye yerleştirmemelidir. Sanat; güzeli ben temsil ediyorum diye kibirli üsten bakan bir yere sahip olmamalıdır. Burada yapılması gereken şey şu, tevazuya ihtiyaç var. Sanatsal, dinsel tevazuya ihtiyaç var. Ahlaki tevazuya ihtiyaç var. Bilimsel tevazuya ihtiyaç var. Bu tevazu kavramı, gurura karşılık alternatif olarak koyduğumuz bir kavramdır.

Bilimsel tevazudan, dinsel tevazudan, felsefi tevazudan kastettiğimiz şey benim sadece tek bir dini kimliğim var, benim sadece tek bir felsefi kimliğim var, benim sadece tek bir sanatsal kimliğim var, bilimsel kimliğim var ve bu kimlik bana yeter diyen o dışlayıcı bakış açısının ötesinde ben insan olarak felsefede, sanatta, dinde, maneviyatta bunlar benim insan olmamdan dolayı yaşadığım tecrübeler ve bu farklı tecrübe branşlarını ben yaşarken bunlar arasında etkileşime, geçirgenliğe birbirinden öğrenmeye imkân vermeyi kapsıyor. Yani din felsefeden ne öğrenebilir, felsefe dinden ne öğrenebilir, ahlak felsefeden ne öğrenebilir durumu. Burada farklı tecrübe alanlarımızla birbirinden yeniden öğrenmesi, birbiriyle yeniden ilişkiye girmesi ve birbirlerini eşit kabul etmeleri aynı zamanda birbirlerine üst konumdan –  birbirlerine ast üst bir hiyerarşi ilişkisi ile bakmak yerine bir eşitlikçi ilişkiye ihtiyaç var. Eğer kendi tecrübelerimiz arasında böyle bir eşitlikçi ilişki kurarsak biz o zaman insan onuruna, insan özgürlüğüne ve insanın özgünlüğüne saygıyı öğrenen daha insani, daha eşitlikçi, daha hukuka, daha diyaloğa dayalı bir insani ilişkiler sistemi geliştirmemiz mümkün olabilir diye düşünüyorum.

Talha Yurdakök: Hocam bu esnada özellikle yakın gelecekte teknoloji ve bilimin geldiği noktayı da göz önüne alırsak aktüel hayatta dinin konumu nasıl olacak bununla ilgili öngörünüz nedir?

Bilal Sambur: Şimdi yeni bir dünyada yaşıyoruz ve bu yeni dünyada hiçbir şey eskisi gibi değil.

Din tabi çok eski bir kurum. Geçmişte de vardı bugün de var olan ve var olmaya devam eden bir kurum. Modern dönemde uzun bir süre dinin bittiği teorileri ifade edildi. Ama din bitmedi din devam ediyor. İnsan olduğu sürece de din devam edecektir. Dinin devam etmesi demek bu dinde her şeyin olduğu gibi devam edeceği anlamına gelmiyor. Her şeyden önce üç tane çok önemli değişim var. Teknoloji dünyanın bütün kültürlerini, bütün bilgilerini artık çok kısa sürede ulaşmamızı sağlıyor. Yani bilgi artık hiç kimsenin tekelinde değil. Bütün dini bilgiler bütün dini kaynaklar şu anda internette mevcut. İnsanlar artık sadece kendi dinlerini değil dünyanın diğer bütün dini kültürlerini, geleneklerini, bilgilerini ve kaynaklarını dahi öğreniyorlar. Kafalarındaki soruları o anda hemen daha önce ulaşılması sadece çok küçük bir grup için mümkün olan dini kaynaklara hemen ulaşabiliyorlar. Bu da insanları dini bilgi üzerinde artık belirli bir kurumun belirli bir sınıfın ayrıcalığı olmaktan çıkıyor.

Dini bilgi artık herkesin kolaylıkla ulaşabildiği bir alan haline geliyor. Bu da insanların dini algılarında çok büyük değişimlere neden olacak bir potansiyel. Artık din anneden – babadan, aileden aldığımız değişmez bir paket olarak değil sürekli hakkında yeni bilgiler öğrendiğimiz; öğrendiğimiz bilgiler çerçevesinde onlar hakkında düşündüğümüz, konuştuğumuz, tartıştığımız bir alan haline gelecek.

İkinci olan bir husus, insanlığın dini haritasını daha çok kurumsal dinler oluşturuyordu. Mesela Hıristiyanlığın kilise gibi çok güçlü bir kurumu var. İslam’da fakihler dediğimiz fıkıh damarı çok ağırlıklı bir kurum var. Diğer dinlerde de hakeza öyle. Dini kurumlar var olmaya devam edecekler. Ama bu dini kurumlar artık din konusunda tek sözü söyleyen yapılar olma ayrıcalığını kaybedecekler. Artık herkes dine dair görüşlerini, düşüncelerini, fikirlerini, kendisinin açtığı bir YouTube kanalında ifade ediyor ya da sosyal medya hesaplarında dile getiriyor.  Bu da artık dine dair herkesin söz söyleme imkânını doğuruyor; bunu da çok önemli bir değişim olarak ifade edebiliriz.

Üçüncü olarak, dinlerin geleneksel bir takım kabulleri var. Fakat teknolojinin gelişmesiyle birlikte biz teknolojinin, bilimin neler yapabileceğini artık bilmiyoruz. Yani cinsiyet değiştirmekten tutun artık yarı makine  – yarı bilgisayarlarla donanmış, yarı birtakım insani yapay zekâ yeni varlıklardan bahsediliyor. Şimdi biz artık gelecekte, dünyada insan sadece tek başına olan bir varlık olmayacaktır diyebiliriz.

Biz bugünkü yaşam alanlarımızı artık diğer teknolojik varlıklarla beraber paylaşacağız. Belki varoluşsal bedenimizin çok önemli bir bölümünü birtakım teknolojik unsurlar oluşturulacak. Bu yeni durumda dinin makine – insan karışımı, bu yeni hayat biçiminde nasıl bir yer alacağını bilmiyoruz. Bu noktada dinin geleceğini bir belirsizliğin beklediğini söylemek mümkün. Ama bu belirsizlik olumsuz anlamda bir belirsizlik değil. Bu belirsizlik ya da bu yeni durum dinlere kendilerini yeniden yapılandırma, yeni sözler söyleme, var olan insani durumu – teknolojik durumu yeniden değerlendirme, daha önce söylenilenleri tekrar etmek yerine acaba yeni ne söylenilebilir, yeniden yapılandırma nasıl olabilir ve bu fırsatı nasıl değerlendirebilir; bunlara bakması lazım.

Talha Yurdakök: Dinlerin bu konularla ilgili şu anda bildiğimiz kadarıyla hiçbir söylemi, eylemi yok. Yapay zekâ ve o yeni dünya ile alakalı dinler, din adamları algılayacak, öğrenecek, görecekler. Belki ondan sonra bu konu ile alakalı zaman içerisinde bir şeyler söyleyecekler.

Bilal Sambur: Dini kurumlar, din adamları, din görevlileri, dindar insanlar herkesin artık öğrenmeye ihtiyacı var. Açıklığa ve öğrenmeye ihtiyacı var. Bir diğerinden öğrenen, bir diğerine açık olan dini kurumlar, din adamları, dindar insanlar, kendilerini geleceğe daha çok hazırlayacaklardır. Ama “ben zaten doğruyu biliyorum, benim öğrenecek bir şeyim yok, sadece benim söylediklerimi dinleyecek birilerine ihtiyacım var” diyenlerin ise geleceğin dünyasındaki konumları çok güçlü olmayacaktır.

Talha Yurdakök: Hocam siz her ne kadar İlahiyat kökenli olsanız da, şu an Ankara’da İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesinde öğretim üyesisiniz. Bu esnada -hani ben öğrenciniz olma hasebiyle biliyorum- uluslar arası birçok gazetede köşe yazan, uluslar arası medya organlarına çıkan birisiniz. Bunu neye borçlusunuz ve bu minvalde özellikle genç takipçilerimize neler önerirsiniz?

Bilal Sambur: Tabi tecrübe paylaşımı anlamında genç arkadaşlarımızla birkaç görüş paylaşmak isterim.

Her şeyden önce genç insanın en önemli özelliği, değişimi ve dinamizmi hayatında hep gerçekleştirerek yaşamasıdır. Değişim ve dinamizmi yaşadığı için o insana genç diyoruz. Dünyamız değişimler ve dinamizm çağıdır. Değişimden ve dinamizmden korkmamak gerekir. Modern çağın, mevcut durumun en önemli dezavantajlarından birisi değişimden, dinamizmden korkan bir durumun olmasıdır. Gençlere hayatı bir macera gibi yaşamalarını tavsiye edebilirim. Yani nasıl ki bir maceranın sonunu öngöremeyiz ama o macera aynı zamanda her gidilen dönemeçte kendisi ile beraber, fırsat belirsizlikleriyle beraber, fırsatları, heyecanları, yaratıcılığını getirir. Hayatın da işte böyle macera gibi yaşanması gerekir. Yaşamın öyle değişmez standart bir hayat anlayışı yerine, değişim ve dinamizm ile dolu bir macera gibi yaşanması önemlidir.

İkincisi, genç insan öğrenen insandır. Nedir öğrenmek? Müziktir, şiirdir, edebiyattır, felsefedir, sanattır. Yani hayatımızda şiire, felsefeye, sanata, sinemaya mutlaka yer vermemiz ve doğaya yer bırakmamız lazım.

Genç, sadece günü birlik yaşayan birisi olmamalıdır. Aslında farklı insani tecrübeleri az evvel verdiğim sanat, müzik, şiir, edebiyat, siyaset gibi bütün bunları, hayatı tecrübe eden kişi olmalıdır. Hayatı çok boyutlu yaşamak çok önemli dediğimiz bir husustur. Ve en önemli şey şu; son olarak, genç insan için gençlikle bağdaşmayan en önemli şey kapalılık ve katı olmaktır. Genç insanın açık olması lazımdır. Su gibi akışkan olması lazımdır. Katı olan taş gibi bir gençlik olmaz. Akışkan su gibi sürekli şekillenen akan açık bir gençlik olmalıdır. Burada diğer insanlara, doğaya, farklı insani tecrübelere, farklı modellere, farklı düşünme biçimlerine, farklı yaşam tarzlarına açıklığı kastediyorum. Yani genç insan her ne adına olursa olsun ne duygusuna ne düşüncesine ne davranışına ne hayatına deli gömlekleri lütfen giydirmesin.

Talha Yurdakök: Çok teşekkür ediyoruz hocam çok değerli katkılarınız ve tavsiyeleriniz için.

Bilal Sambur: Ben teşekkür ederim. Sağ olun.

—Editör: Şeyma YURDAKÖK—

Bilal Sambur’la Röportaj
Yorum Yap

Giriş Yap

Kriter Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!