Önce hayal edin der büyüklerimiz. Hayal edin ve inanın. Eğer hayal ettiğiniz şeye inanmazsanız onu asla gerçekleştiremezsiniz. Çünkü istediğiniz şeylerin gerçekleşmesinin %50’si inanmaya bağlıdır. İmkânsız deme! Çünkü inanan insanlar zoru bir şekilde başarır, imkânsızın ise üzerinde daha fazla çalışır ve onu da başarır. Osmanlı Devleti de tıpkı böyleydi işte… Küçük bir uç beyiyken yıllar sonra üç kıtaya hükmeden büyük bir imparatorluğa dönüşmüştü.
Peki, bu küçük beylik bir gece de mi büyük bir imparatorluk olmuştu. Tabii ki hayır! Asırlar boyunca canını dişine takarak çalışan padişahlar, devlet görevlileri, askerleri ve halkı ile yürekten inanarak bu beyliği önce devlet haline getirdiler. Daha sonra da üç kıtada hüküm süren büyük bir imparatorluğa dönüştürdüler.
İşte gelin bu serüven nasıl gerçekleşti biraz da onu konuşalım. Çünkü bu başarı şans eseri olarak değil büyük ve bilinçli bir stratejinin ürünü idi. Osmanlı Devleti kurulduğu andan itibaren yönünü batıya çevirdi ama batıya yönelmeden önce Bizans İmparatorluğu’ndan başlayarak bilinçli bir strateji izledi. Osmanlı Devleti’nin bir cihan devleti olması hem başarılı fetih hareketlerinden hem de bilinçli bir şekilde inşa edilen devlet ve toplum yapısından kaynaklanmaktaydı.
Devlet, veraset anlayışını değiştirerek ülke sadece padişah ve oğullarının ortak malı haline gelmişti. Böylece hanedan içi taht kavgalarının önünü kesebilmişti. Şehzadeler padişah olabilmek için devlet tecrübesi kazanmaları açısından sancağa gönderilirdi. Klasik dönemde bu sancaklar Manisa, Amasya ve Trabzon gibi şehirlerdi. Şehzadeler burayı yöneterek bir devleti yönetebilecek kadar tecrübe kazanırlardı böylece şehzadeler tahta geçtiğinde profesyonel bir şekilde devleti yönetebiliyorlardı.
Büyük bir imparatorluğa dönüşmenin belki de en önemli özelliği halk arasında sınıfsal bir ayrımın olmamasıydı. Çünkü halk, padişaha Allah’ın bir emanetiydi. Ama halk da kendisinin refahı için çalışan bu padişaha itaat ederdi. Böylece ülkede huzur ve refah içerisinde yaşarlardı.
Ülkenin toprakları tımarlara ayrılmıştı. Tımarlar, savaşlarda yararlılık gösteren askerlere verilirdi. Askerler de bu toprakları köylülere kiralardı. Böylece askerler köylülerden kira bedeli ve vergi alırdı. Tımarlı sipahiler elde ettikleri bu gelirlere karşılık olarak belirli bir oranda asker yetiştirirler ve savaşlara katılırlardı. Tımarlı sipahiler devlet adına toprakları yönetirdi. Köylü de bunu bilerek askere hürmet ederdi. Tımarlı sipahiler kadılar tarafından sıklıkla denetlenirdi.
Devlet yönetimi divan adı verilen kurulda görüşülür, padişah bu kurula danışarak karar alırdı. Böylece devlet içeride huzur ve refah içerisinde işlerini yürütür, dışarıda da güçlü ordusu ile savaşları kazanırdı. Böyle bir ortamda da küçük bir beylik büyük bir imparatorluğa dönüşerek tarihe altın harflerle adını yazdıran bir devlet olarak karşımıza çıkmaktaydı.